Hüseyin Vassaf Efendi’nin Hayatı: Bölüm-2
KENDİ KALEMİNDEN HÜSEYİN VASSÂF BEY VE BİR ESERİ:
İNCİLÂ-YI MİR‘ÂT-I HAKÎKAT*
Giriş:
Hüseyin Vassâf Bey, ilim âleminde daha çok “Sefîne-i Evliyâ-yı Ebrâr Şerh-i Esmâr-ı Esrâr”1 adlı beş ciltlik sûfiler ansiklopedisiyle tanınan son devir mutasavvıf, tarihçi ve şâirlerdendir. 1872 tarihinde İstanbul‘da doğan Vassâf, Mülkiye mektebinden mezun olduktan sonra Rüsûmât Emânetinde, Sirkeci Gümrüğü‘nde ve Rüsûmât Baş Müdürlükleri‘nde görevler yapmış, Karadeniz Gümrükleri teftişinde bulunmuş, Millî hükûmetin idareye geçmesiyle birlikte rüsûmâtla ilgili inkılâbı İstanbul‘da sevk ve idare etmiştir. 1922 senesinde emekliye ayrılarak eserlerini tamamlamakla meşgul olmuştur. 21 Teşrîn-i sânî 1929 yılında vefat eden müellif, Rumelihisârı Kabristanı‘na defnedilmiştir.
Hüseyin Vassâf, 57 sene gibi pek de uzun sayılamayacak ömründe hepsi birbirinden değerli otuzdan fazla eser kaleme almıştır. Sefine, bu eserlerin en tanınmışıdır. Ancak, Vassaf Bey daha pek çok esere imza atmıştır. Bunlar arasında Süleymân Çelebî‘nin Mevlid‘ine “Gülzâr-ı Aşk” adıyla yazdığı şerh2, Bursalı Mehmet Tahir ve İbnül Emîn M. Kemâl Beyler gibi devrin tanınmış zevatıyla ilgili biyografik eserler de vardır. Diğer taraftan bazı sufî şairlerin ve bilhassa XVII. asrın büyük mutasavvıfı Niyâzî-i Mısrî‘nin şiirlerine yaptığı şerhler de önemlidir.
Biz bu araştırmamızda Vassâf‘ın Sefine‘de yazdığı hayat hikayesinden3 ve diğer kaynaklarda hayatıyla ilgili verilen bilgilerden4 uzun uzun bahsetmeyeceğiz. Zirâ Vassâf, aşağıda tanıtacağımız “İncilâ-yı Mir‘ât-ı Hakîkat” adlı eserinde kendi hayatını teferruatıyla anlatmakta; âilesi, tahsili, çevresi, seyahatleri ve eserleriyle ilgili geniş bilgiler vermektedir. Ancak, hemen belirtelim ki, Vassâf‘ın “İncilâ’daki otobiyografisiyle Sefine‘de yazdığı otobiyografisi arasında her hangi bir fark yoktur. Müellif, İncilâ‘yı yazıp bitirdikten sonra tetkîk edilmek üzere bir nüshasını Bursa‘da oturan Mısrî Dergâhının son postnişini Mehmed Şemseddin (Ulusoy/V.1936) Efendi’ye göndermiştir.Yukarıda söz konusu edilen otobiyografi, bu nüshanın sonuna Mehmed Şemseddin Efendi için yazılmıştır. Hüseyin Vassâf, M. Şemseddin Efendi‘ye İncilâ ile birlikte bir de mektup yazmıştır. Aşağıda otobiyografisiyle birlikte bu mektubun çevirisi de aynen verilecektir. İncilâ, Sefine‘de anılmadığına göre, Vassâf Bey‘in son yazdığı eser olmalıdır.
İncilâ-yı Mir‘ât-ı Hakîkat:
“İncilâ-yı Mir‘ât-ı Hakîkat”, Vassâf Bey‘in pek hürmet ettiği ve kendisinden Hz. Pîr-i destgîr” yahut “Lücec-i Asrî Hazret-i. Mısrî” gibi övgülerle bahsettiği XVII. asır mutasavvıflarından Niyâzî-i Mısrî (1617-1674)‘nin iki gazelinin şerhinden ibarettir. Eserde, “Halk içre bir âyîneyim herkes bakar bir ân görür” ve “İbn-i vaktem ben Ebu‘l-vakt olmazam” matla mısralarıyla başlayan şiirler, büyük bir vukûfiyetle şerhedilmişlerdir.
İncilâ ‘nın varlığından ilk defa, Prof. Dr. Mustafa Uzun‘un 1985 yılında yayımladığı “Şeyh Hüseyin Vassâf Efendi‘nin Bir Mektubu” adlı makalesiyle5 haberdâr oluyoruz. Mustafa Uzun‘un makalesindeki söz konusu mektup, Vassâf tarafından Şeyh Mahmud Bedreddin-i Uşşâkî Tekkesi şeyhi Mehmed Hazmî Efendi‘ye6 gönderilmiştir. Mektupta bahsedilen husus, Mısrî‘nin yukarıda adı geçen iki şiirinin şerhiyle alakalıdır. Vassâf burada, Hazmî Efendi‘den, Mısrî Divanı‘nı şerheden Muhammed Nûrü‘l-Arabî (1811-1889)’nin Niyâzî Şerhindeki7 ilgili bölümleri istinsah edip göndermesini ricâ etmektedir. İncilâ‘nın bitirilme tarihi 1926‘dır. bu tarihlerden de anlaşılacağı gibi Hüseyin Vassâf, Hazmî Efendi‘ye gönderdiği mektubu, eserini bitirdiği sıralarda yazmıştır. İncilâ‘da Muhammed Nûr şerhinden bahsedilmediğine göre, Vassâf, bu eseri görememiş, dolayısıyla da Hazmî Efendi istenilen yazmayı Vassâf‘a gönderememiştir. Mustafa Uzun, makaleyi yazdığı sıralarda İncilâ-yı Mir‘at-ı Hakîkat”ın nerede olduğunu tesbit edemediğinden, haklı olarak İncilâ ve Muhammed Nûr şerhlerini karşılaştıramamıştır.8
Hüseyin Vassâf Bey merhûm, mektubunda şerhlerle ilgili olarak Hazmî Efendi‘ye şunları yazmaktadır:
“Bir müşkilim vardır meşhûr Arap Hoca merhumun Divân-ı Mısrî üzerine, Efendi Babamda bir şerhi vardı. Bu şerhden “Halk İçre bir âyineyem herkes bakar bir ân görür” nutkuyla “İbn-i vaktem ben ebu‘l-vakt olmazam” olmazam” nutkunun şerhlerini istinsâh derdindeyim. Hz. sezâî Efendimizin şerhi malûmdur. Arap Hoca bu iki nutk hakkında ne demiş anlamak istiyorum. Uzun değildir, eğer istinsâh için vaktiniz müsâit olursa, müteşekkir kalırım.”9
Öyle anlaşılıyor ki, Vassâf, yazmış olduğu bu şerhin hazırlık safhasında uzun bir zaman araştırma yapmış, daha önce yapılan şerhleri görmüş ve notlar çıkarmıştır. Bu bakımdan İncilâ, mukayeseli bir şerh örneği olarak edebiyat tarihimiz için önemli bir kaynak durumundadır.
“İncilâ-yı Mirât-ı Hakîkat” adlı bu mühim eser, yakın tarihte elimize geçmiş, nihâyet bu yazıyla ilim âlemine tanıtılmak istenmiştir.10
Eserin Özellikleri:
“İncilâ-yı Mirât-ı Hakîkat”, çizgili bir okul defterine yazılmıştır. 187 sayfadan ibarettir. Müellif, eserinin 174. sayfasından itibaren “El- Hac Hüseyin Vassâf-ı Bî-Evsâfın Terceme-i Hâli” başlığıyla kendi hayâtını anlatmaktadır. İşlek bir rik‘ayla yazılan şerhin iç kapağına ve birinci sayfasına Vassâf tarafından iki önemli not ilave edilmiştir. Bu notları ve eserle ilgili bilgileri aşağıda değerlendireceğiz. Eserin son sayfasında bir de Mehmed Şemseddin Efendi‘ye yazılan mektup sureti bulunmaktadır. Mektubun çevirisini de ileride aynen vereceğiz.
Hüseyin Vassâf, şerhinin ilk sayfasına yazdığı birinci notta belirttiği gibi, İncilâ‘yı, Yâdigâr müellifi Mehmed Şemseddin Efendi‘nin11 arzusu üzerine kaleme almıştır. Eserin isim babası da bu zattır. Vassâf, eserinin bir kopyasını M. Şemseddin Efendi‘ye göndererek mütalea etmesini rica etmiştir:
“Cenâb-ı Mısrî‘ye bir ricâ: Kopya kağıdıyla bir sûretini aldım, alakoydum. Ramazanda mütalea buyurulduğunda, nerelerinde bir hata ve noksan varsa sahife ve satırları işaret ile not edilip bir cedvel sûretinde bilahare irsâl buyurulursa, fakîr de ona göre ilâvâtda bulunurum. Son mektûb-ı latîf alındı. Tebrîk, selâm-ı bî-pâyân.” (İncilâ, s.1.)
Bu satırlardan sonra, eserin neden “İncilâ-yı Mir’ât-ı Hakîkat”, ismiyle tesmiye edildiği açıklanıyor. Bu ismin ebced değeri, aynı zamanda eserin yazıldığı 1345/1926 tarihini göstermektedir. Vassâf, girişte şöyle devam ediyor:
“İncilâ-yı Mir’ât-ı Hakîkat”, bu eserimin nâmını böylece tesmiye eyleyen zât-ı âli-kadr, Bursa‘da hânkâh-ı Hazret-i Mısrî Niyâzî (k.s.) seccâdenişîni M. Şemseddin Efendi Hazretleridir. Be-hesâb-ı ebced 1345 tarihini müş‘irdir. Mehmed Şemseddin bir mektuplarında, “bu ism-i târih tesadüf ediyor ammâ bilmem ma‘nâ itibariyle münâsebet alıyor mu, almıyor mu? buyurmuşlardır. Madem ki, “Halk içre bir âyineyim” diye başlıyor, manâsı da, hesâbı da uygun geliyor, hüsn-i kabul mecbûriyeti vardır. Arz-ı şükrân ederim.”(İncilâ, s.1).
Vassâf, eserinin ismini, yazılma sebebini ve tashihiyle il-gili durumları, defterin sonunda Mehmed Şemseddin Efen-di‘ye yazdığı mektubunda tekrâr açıklamaktadır. Bu satırla-rın, müellifle, M. Şemseddin‘in yakınlığını göstermesi ba-kımından ayrıca önemi vardır. Mektubun sûreti şudur:
“Miftâh-ı Hazîne-i Esrâr, Hazret-i Şemseddîn-i Mısrî-i Sâlik-i Mesâlik-i ihtiyâr, Bülbül-i Gülzâr, Dâhil-i zümre-i Ebrâr, Efendim;
Bu terceme-i hâlimi vallahü‘l-azîm bir maksad-ı tefâhürle yazmadım. Hayli muhâbere ettik. Bir gün olacak fakîriniz herhalde bu âlemden inşallah ‘âlem-i pür-karâr-i cemâle intikâl emrini alacak ve ister istemez o dâr-ı cemâle koşup gidecektir. İhvân-ı dînim bu aşıp-taşan mecâzib-i ilâhiyyeden Hüseyin Vassâf denilen câhil harîf kim imiş, diye merâk ederlerse bunu okurlar. Hâ, anlaşıldı, şu sahte vakar, nâkisü‘l-ekmel ve kâmilü‘l-vebâl bir mukallid imiş, diye anlarlar. Olur ki, hüsn-i duâda bulunurlar da, nezd-i Hak‘da terfi‘-i hâlime sebeb olurlar. Onlara, onlardan evvel fakîriniz duâ edeyim. Hakkımda hüsn-i duâda bulunanları Hazret-i Allah müstagrak-ı envâr-ı cemâl ve karîn-i asâr-ı kemâl buyursun. Âmin.!
Bu kadar senedir çalıştığım hâlde, âdem-i ma’nâ olamayan bir zavallıyım. Lâkin, dergâh-ı azâmet-i ilahiyyeden nâ-ümid değilim. Elbette bir gün olacak müstağrak-ı eltâf-ı Sübhân, mazhar-ı hüsn-i nazar, Hazret-i Habîb-i Yezdân olacağım.
Bu tercemem, bir yâdigâr olsun. Mezhere-i irfânınızın arasında yabanî ot gibi dursun. Çok şükür dikeni yoktur. “Ger dikensiz gül dilersen gülşen-i irfândadır” feyzine mazhar olurum da, sözlerimle kimsenin kalbini rencide etmemiş olurum, inşallah.
22 Şa‘ban 1345 (18 Mart 1926) tarihli iltifâtnâmeniz ziver-i ayâdî-i ta‘zîm oldu. Şehr-i gufrân münâsebetiyle arz-ı tebrîkât ederim. Mübârek ellerinizi öperim. Pirâhen-i Yûsuf gibi, bülbül gülü koklar neş‘esiyle koklarım. Son mektûbunuzun ilk sayfası boş bırakılmış. Ciltlenmeğe gelir, iyidir.
İki nutk-ı pîr (Niyâzî-i Mısrî‘nin iki şiiri), min gayr-i haddin şerhedildi. Bir kopyası alıkonuldu. Bu, zât-ı âlinize yâdigârdır. Eger, zamân-ı hâl muvafık olur da, yazdığını anlar bir müstensih zuhûr ederse, yazdırınız. İki lira yazana verilmek üzere takdîm ederim. Parmağım, yazıdan şişti. Şişmemiş olsaydı, fakiriniz Yazardım. Geçen mektûblarımda cezbe hâliyle taşgınlığım âsârı vardı. Deryâ-yı afvınız büyüktür. Hoş görünüz ve fakîrinizi cezbeden himmet buyurup kurtarınız. Bir kibrit kutunusunun üstünde;
Nice mazlûm dururum bana bir yol bakınız
Yakarım kevn ü mekânı hele bir yol çakınız
beytini görmüştüm. Hâlim tıpkı böyledir. Âteş-i aşkımla cihânı yakmak mümkündür. Şeyh Gâlib merhum ne güzel söyler :
Rızâ yok intikâma mezheb-i ‘uşşâkda yoksa
Cihânı eylemek bir âh ile berbâd kâbildir
Biz kimseden intikâm sevdâsında değiliz. Herkese hüsn-i duâ ederiz. Mesele, âteş-i aşkın şiddetini beyândır. Hâtırımda iken arzedeyim; ihtizâr-ı Muhammedî esnâsında İbn-i Abbas diyecek iken zihnimdeki galeyân ile (………..)12 yazmışım. Afvedersiniz. (…………)’ye karşı zihnim kapısı kapalı iken nasıl olmuş da girmiş şaştım. Ehl-i Beyt-i Mustafâ‘ya yapılan şeylere karşı zihnim gâleyândadır, vesselâm.
Gelelim “İncilâ-yı Mir’ât-ı Hakîkat” tabirine: Bu, doğrudur. lügaten bir aykırılık yoktur. Edebiyatta, inceden ince tedkik olunsa, muvâfık düşmez ise de, yazdığınız bir isim başımın tâcıdır. Aynen kabûl etdim ve yazdım. Teşekkür olunur. Hıyn-i tahrîr-i şerhde ezvâk-ı bî-nihâye zuhûr etdi. Sebeb oldunuz. Arz-ı şükrân ederim. Pek açılmaga gelmez, her şey yazılmaz değil mi güzelim! Fakîriniz kusûrum ketm-i sırra muvaffak olmamaklığımdır. “Kıtmânü sırri‘l-habîbün” (Sevgilinin sırrını saklayan sevgilidir). Hadîs-i şerîf imiş Şerhleri lutfen dikkâtle okuyunuz. Neresinde noksan, hâta ve tashîh görürseniz sahifesiyle yazınız. Düzeltirim. Bendeniz “echel-i menfi‘l-arzım” (Yeryüzünde bulunanların en câhiliyim), darılmam, hiddetlenmem, sevinirim. Nâkisü‘l-kemâl, kâmilü‘l-vebâl bir abd-i bî-hisâlim. Bir muharrir-i bî-mecâlim. Bir şârih-i işkeste-bâlim. Bir- dervîş-i perîşân hâlim. bir natûk-ı bî- makâlim. Bir ‘âşık-ı pür-melâlim.
Umûm efrâd-ı hânedânınızın sa‘âdâtını arzû ederim. Evvelâ sıhhat, sâniyen selâmet, sâlisen vüs‘at-ı ma‘işet, râbian zevk-i tamm-ı hakîkat.
Eyvallah azizim Hû.
2 Ramazan 1345 (1926)
NOT: “Şerhin bir iki yerine ilişik ettiğim noksânlar vardır. Keşf-i ma’nâ olursa derhâl yazarım azîzim.”
(İncilâ, s.185-186)
***
Şerhin Mehmed Şemseddin Efendi‘ye ulaştıktan sonra, adı geçen zat tarafından gözden geçirilip Vassâf‘a geri gönderildiği anlaşılmaktadır. Yalnız bu arada M. Şemseddin Efendi‘deki nüsha, Şemseddin‘in oğlu Fahameddin Ulusoy tarafından yeniden temize çekilmiştir. Eserin bizdeki ikinci bir fotokopi nüshası, Fahameddin Efendi‘nin istinsahıdır. Bu hususu, Fahameddin Ulusoy‘un şerhin sonundaki şu satırlarından anlıyoruz:
“Merhum Hüseyin Vassâf Beyefendi‘nin, Hz. Mısrî efendimizin nutuklarının şerhleri müsvedde hâlinde ve bir çok ilavelerle bulunmakda idi. Bu kerre onları bir araya getirerek tebyîz etdim ve zâyi olmaktan kurtardım. Herhâlde rûh-ı Vassâf, memnûn olacakdır. Bu eserde zikr-i cemîlleri sebk eden zevât-ı ‘alînin rûhları şad olsun ve ma’nevî himmetleri üzerlerimizde sâyebân olsun. Merhûm Şemseddin Efendi‘nin oğlu Mehmed Fahameddîn el-Mısrî” (İncilâ, s. 187).
Tasavvuf tarihi ve edebiyatında fevkalade önemli yeri bulunan ve kendisinden sonra pek çok sûfîyi etkileyen Niyâzî-i Mısrî‘yi daha iyi anlamak ve değerlendirmek için kıymeti hâiz olan “İncilâ-yı Mirât-ı Hakîkat”, gerek Hüse-yin Vassâf ve gerekse Mehmed Şemseddin Efendiyle ilgili otobiyografik ve biyografik bilgiler ihtivâ etmesiyle de ay-rıca kıymetlidir. İncilâ, geniş bir tasavvufî kültürle kaleme alınmış, pek çok ıstılahın gayet açık bir şekilde ortaya kon-duğu bir eser hüviyetiyle karşımıza çıkmaktadır. Yayımlan-dığında mühim bir boşluğu dolduracağı da kesindir.
Vassâf’ın Mukaddimede Verdiği Bilgiler:
Vassâf Bey, şerhin mukaddimesinde, bu eserini nasıl ve niçin yazdığını geniş olarak anlatmakta, bu arada gördüğü bir rüyayı da nakletmektedir. Burada, gerek eserin daha iyi anlaşılmasını sağlamak ve gerekse Vassâf‘la ilgili araştırmalarda faydalı olur kanaatıyla mukaddimeden de bahsetmek yerinde olacaktır.
Müellif eserine besmele ile başlamakta, Cenab-ı Hak‘a hamd ve Fahr‘i Âlem‘e salât u selâmdan sonra şunları yazmaktadır :
“Bu eser-i âcizânemin mevzûunu Kutbu‘l-ârifîn gavsü’l-vâsilîn Muhammed Mısrî Niyâzî (k.s.) Hazretlerinin divân-ı latîflerinde muharrer bulunan:
“Halk içre bir âyineyem herkes bakar bir ân görür”
nutk-ı şerifi teşkîl eder. Eğer tevfîk-i İlâhî refîk olursa;
“İbnü‘l-vaktem ben ebu‘l-vakt olmazam”
diye bi-hasbü‘l-hâl vâki olan beyânât-ı lâtîfelerindeki esrâr ve gavâmız-ı âliyyeden de bahseylerim.
Bundan evvel “Lücec-i Asri” nâm eser-i fakîrânemle Hazret-i pîr-i destgir-i müşarünileyhin :
“İlim bahr ü vücûd esdâf anun dürdânesiyem ben”
gazel-i bî-bedellerini min gayr-ı hadd şerhe yeltenmiş idim.13 Bu şerhin vücûduna sebeb ise, Bursa‘da hankâh-ı Hazret-i Mısrî seccâdenişîni muharrirîn-i sûfiyyeden nezihü‘l-hâl Muhammed Şemseddin Efendi Hazretleri sebeb olmuşlardı. Muharrir-i fakîre yazdıkları bir vedâdnâme-i cevâbda; “Mir‘ât-ı şuûnunuzda yine bir cilve oynamış, kendinizi o âyinede görmüşseniz Hz. Pîr Efendimizin nutk-ı âilelerinden birini ve mümkin ise bir üçüncüsünü de şerh içün gayretkâr olmanız, bunları da kütüphâne-i irfâna yâdigâr etmeniz hakkındaki recâ-yı vâkıama karşı hangi nutku şerh edeyim diye suâl buyurmuşsunuz. Şu satırları yazarken;
“Halk içre bir âyineyem her kes bakar bir ân görür”
nutk-ı mübâreki gözümün önüne geldi. Bir cilve-i beyân, işte bu nutkun şerhini imâ ediyor. Evvelce olduğu gibi rûhaniyet-i Hazret-i Pîr‘e tevessül buyurulsun ve derhâl tulû‘ât hazırdır. Hazret-i Hak cümlemize mu‘in olsun” demeleri üzerine bu nutkun Hz. Sezâyî-i Gülşenî Efendimiz tarafından yazılmış bir şerhi vardır.14 Cenâb-ı Sezâyî‘nin şerh-i lâtîfine karşı, ikinci bir şerh, azîm bir küstahlık olacağı gibi, fakîrin tarîk-i feyz-i Gülşenî‘ye de intisâbım olmak hasebiyle bu şerhden gayrı bir şerhin yazılması edeben de hâlen de ıstırâren de imkânsızlığa ma‘rûz kalacağı cihetle bu nokta-yı nazara göre ahar bir mülahaza-i ârifânelerine arz-ı iftikâr eylediğimi kendilerine bildirdim. Verdikleri cevâbda;“Vakıa o nutk-ı lâtîfe, Cenâb-ı Sezâî tarafından şerh yazılmış ise de, bu şerh lübbü‘l-lübb ıtlakına şayân-ı me‘anî-i dakîka ve beyânât-ı refîkayı muhtevî olup mübtedî ve mutavassıtların daha etraflı bir sûretde müstefid ve müstefiz olabilmeleri içün şerhe haşiye tarzında tafsîl-i me‘anîye tebdîl-i gayret buyurulursa hiç şüphe etmem tevsî-i ma‘arife hizmet itibariyle mesaî-i memdûhanız müşarünileyhim hazerâtının celb-i hoşnûdiyyesine hizmet ider.
“İbn-i vaktem ben ebu‘l-vakt olmazam”
nutkunun şerhi de terdîf olunursa nûru‘n-alâ-nûr olur. “Halk içre” diye başlayan nutkunun nezd-i fakîrânemdeki yazma ve basma divânımızda sahihi şöyle muharrerdir:
Halk içre bir ayîneyem her kes bakar bir ân görür
Her ne görür kendi yüzün ger yahşi ger yaman görür
Şol câhil-i nâdânı gör örter Hakk‘ı inkâr idüp
Kâmil olan kâmillerün her bir sözün burhân görür
Medhile zemmi ‘âlemin kıymetde bir hardâl durur
Har o durur harmânda ol buğdayı kor samân görür
Didi ulular levn-i mâ levn-i enâ‘dır şüphesiz15
Kana boyanmış göz hemin Nil ü Fıratı kan görür
Tutdı rikâbın ârifün nice selâtîn-i evvel
Kâmil olan sultânı gör dervişi ol sultân görür
Dervîşi Hak yakmış iken anı yakan sultâna bak
Hamâm içinde dilberi görmez gözi külhân görür
Ol dilberün mehdi adı sükker durur halka dadı
Mısrî çeker bu mihneti ol rahatı Rahmân görür
*
Amcamız merhûm şeyh Zaîf Efendi‘nin hatt-ı destiyle muharrer divânda böyle muharrerdir. Eski yazmalarda bir kaç muhalif kelime varsa da, doğrusu bu olmak gerekdir” diyorlar. Bu cevâbnâme üzerine, fakîr, irfânsızlığımı ve aczimi düşündüm. Böyle hakâyık ve dekayıka nâzır olan o âlî nutukları gözümün önüne getirdim, müstağrık-ı deryâ-yı acz oldum. Kendiliğimden bir şey yapamayacağıma kâni oldum. İnâyetü‘r-Resûl‘e ve rûhaniyet-i seniyye-i Nebevîyyeye istinaden müşarünileyhime Mısrî Niyâzî ve Sezâî Efendilerimin inzimâm-ı himmetlerini temenniye karâr verdim; iki rekat namâz kıldım, teveccühen ile‘l-kıble murakebe ile tevessülâtda bulundum. Edirne‘de, Hazret-i Sezâî‘nin türbe-i münevverleri zuhûr etdi. Tevessülümde Hz. Pîr, bir köşede postun üstünde meşhûd-ı dide-i basiretim oldu. Arz-ı keyfiyyet eyledim ve istiazade bulundum. “Evlâdım, şerhim pek muhtasar yazılmışdır, tafsîli tezyîd-i fevâidi mucib olur, yazınızı Hz. Allah muvaffak etsin, emr-i meanîde keşfiniz açık olsun “Cevâb-ı lâtîfiyle mülattaf oldum. Hz. Mısrî Efendimizin ruhaniyetlerine tevessülümde, Cenâb-ı Pîr, Âsitâne-i Mısrîyye‘de şeyh odasında post üzerinde oturmuş gördüm. Fakîre rehberlik eden Şeyh M. Şemseddin Efendi ile huzûrlarında pâ-ber-câ-yı ta‘zîm olduk. Arz-ı maksûd olundu. “Pek memnun olurum evlâdım Hüseyin. Gayret, yaz. Müşkiller feth olur. Düşünme, yaverin Hak, mu‘inin feyz-i mutlak olsun.” buyurdular. Bu müsâdeat üzerine biraz ferahlık hissetdim. teşvîk ve tevsi-i meanîye cür‘etim artdı. Bu satırları karalamağa başladım. Ve minallahi‘t-tevfîk. 20 Şabân 1345 (1926).
Bir abd-i nâkısi‘l-kemâl ve kâmili‘l-vebâl El-Hac Hüseyin Vassâf Gülşen-i Uşşâk-ı Mısrî .(İncilâ, s. 2-5)
***
Vassâf, mukaddimedeki açıklamalarından sonra, “Şerh” başlıgıyla ilahîlerin ledünnî manâlarını geniş ve derin izahlarla ortaya koyar. Burada O, ilahîlerin beyitlerini tek tek ele alır. Evvelâ Sezâî Efendi‘nin şerhini iktibas edip, bilahare tafsilata girmektedir. Müellifin ayrıca girişte verdiği bilgilerden, Niyâzî‘nin “halk içre bir âyineyem” şeklinde başlayan gazelinin bestelendiğini ve bu durak bestenin kuûd zikirlerinin hitamında bir zâkir tarafından okunduğunu da öğreniyoruz. (Bkz. İncilâ, s. 6).
Yukarıdaki alıntılardan ve yaptığımız izahlardan sonra, aşağıda Vassâf‘ın, şerh sonuna koyduğu hal tercümesine geçmek istiyoruz. Girişte de belirttiğimiz gibi, söz konusu hâl tercümesi esasen Sefine‘de yazdıklarıyla hemen hemen aynıdır.
Vassâf, yazmış olduğu otobiyografisinin başında, “tercüme-i hâl-i fakîrânenin, Mehmet Şemseddin Efendiye bir yâdigâr olduğunu” belirtir ve şunları yazar :
“Sefîne-i Evliyâ nâmındaki eser-i âcizâneme ilâveten bir hâtırâ-i mahsûsâ olmak üzere yazmış olduğum tercüme-i hâl-i fakîrânemdir. İş bu sûret, enîs-i rûhum, bâis-i feyz-i fütûhum, meşâyıh-ı kirâmdan ve ‘urefâ-yı fihâmdan Mehmed Şemseddin-i Mısrî Efendi Hazretlerine hakîrâne bir yâdigâr olmak üzre takdîm kılındı. Bir gün olacak ki, bu âlem-i fenâdan güzer edeceğim muhakkakdır. İhvân-ı dînimden her kimin eline girse bu ‘abd-i nâkıs anılmalı ve kâmilü‘l-vebâl içün rahmetle yâdetmek lütfunda bulunanları Cenâb-ı erhamü‘r-Rahîm rahmet ve füyûzât-ı İlâhiyyesine müstagrak buyursun. Âmin.” 12 Şaban 1345. (İncilâ, s.172).
***
Elhac Hüseyin Vassâf-ı Bî-Evsâfın
Terceme-i Hâli16
Bu abd-i ahkâr-ı rû-siyâhın iş bu Şefîne-i Evliyâ‘da yeri olmamak lâzım gelirse de, buna derc ettiğim bu kadar aizze-i kirâmın bir kıtmiri olarak saff-ı ni‘âlde bulunmağı şeref-i azîm addederek bazı marûzâtda bulunmak cür‘etini ihtiyâr eyledim. Sefîne‘yi mütaleaya tenezzül buyuran erbâb-ı şiyem ve mürüvvetin, âcizleri hakkında lütfen istihsâl-i ma‘lûmât arzûsuna düşmüş olmak ihtimâline karşı bir nebze ma‘lûmât itâsı fâideden hâlî olmasa gerekdir.
İsmim Hüseyin; mahlasım Vassâf, künyem, Osmân-zâde‘dir. Pederim Ürgüplüdür. İsmi Hacı Osman Efendi. Onun babası Ali Ağa‘dır. Vâlidem Gürcü olup, ismi Fatıma Emsâl Hanım‘dır. Pederim, rahmetli Mısır Vâlisi meşhûr Mehmed Ali Paşa ve oğlu İbrahim Paşa maiyetinde bulunmuş ve bunların irtihâlinde Mehmed Ali Paşa damadı Sadr-ı a‘zâm Yûsuf Kâmil Paşa hizmetine dâhil olunarak sinin-i medîde Mısır‘da ve İstanbul‘da bulunup Onun da irtihâlinde haremi meşhûr-ı ‘âlem Zeyneb Hanımefendi tarafından babamın ve zevcimin emekdârıdır, diye sa‘âdet-i hâl içinde bırakılmışdır. Vâlidem Gürcü kızı olmakla bidâyeten müşirân-ı devletten Zarîf Mustafa Paşa dâiresine alınmış, ba‘dehu Zeyneb Hanımefendi‘nin vâlidesi ve Mehmed Ali Paşa‘nın halîlesi şem‘î-nûr Kadınefendi tarafından satın alınarak bir hayli hizmetinde bulundurarak hazînedâr kalfalığına irtikâ‘ etmiş ve müşarünileyhâ Kadınefendi‘nin irtihâlinde, kerîmesi Zeyneb Hanımefendi tarafından, pederim Hacı Osman Efendi‘ye tezvîc edilmiştir.
Aksaray‘da Vâlide Câmi-i Şerîfi karşısında Kara Meh-med Paşa Sokağı‘nda ve Koğacı Dede Mahallesi‘nde otuz beş numaralı hâne, Hanımefendi tarafından bi‘l-iştirâ yarısı pederimin, yarısı vâlidemin üzerine ihsân olunup 1281 (M. 1866) senesinde burada mükellef bir düğün yapılmıştır. Bir sene bonra birâderim Ali nuri Bey iki sene sonra hemşirem Refia Hanım, 8 Mart 1288/10 Muharrem 1289 (22 Mart 1872) tarihine müsâdif Çarşamba gecesi muharrir-i fakîr, 1297 senesinde Mehmed Salahaddin isminde bir kardeşim dünyâya gelmiştir. Bunlardan, Refia ve Salahaddin küçük yaşlarında irtihâl-i dâr-ı na‘îm eyleyip Merkez Efendi kabristânında el-yevm âile makberimizde defin-i hâk-i rahmetdirler. Vâlidem, Salahaddin‘in tevlîdine müteakib hastalandı. Kısa bir müddet hastalığı müteakib azim-i dâr-Cinân oldu ki, 1297 (M. 1881) sene-i hicriyyesine müsâdiftir. Tarîkat-i ‘aliyye-i Nakşibendî‘den Gümüşhâneli Ahmed Ziyaeddin Efendi merhûma müntesibe ve fâzilât-ı nisvândan idi.
Pederim nakl ederdi; vâlidem, fakîre “abdestsiz meme vermedim”, dermiş. Merhûmeyi de mezkûr kabristânda kızının koynuna koydular.
Pederim iki defa ziyâret-i Haremyn-i Muhteremeyn‘e muvaffak olup Cemâziye‘l-âhir 1308 (Şubat 1891) tarihinde azim-i gülşen-serâ-yı Cinân olarak el-yevm vâlidemizin yanında âsûde-nişîn-i rahmet-i Rahmân‘dır. (Rahimehümullahü Te‘âlâ rahmeten vasiaten).
Âcizleri, Kara Mehmed Paşa Câmi‘-i Şerîfi harîmindeki ibtidâî mektebinde Hocam Mehmed Efendi‘den bed‘-i besmele eyledim. Ağayokuşu mekteb-i ibtidâîsinde diğer Hocam Şükrü Efendi‘den tahsîl-i ibtidâîyi ikmâl ile Yûsuf Paşa‘da o zamânın en mümtâz müessese-i irfânı olan Medrese-i Hayriyye‘de bilâhare Mekteb-i Osmanî‘de ve Aksaray‘da Vâlide rüşdiyesi‘nde bulunarak şehadet-nâme neş‘et etdim. Mekteb-i Mülkiyye İdadîsi‘ne girdim. Burada üç sene müretteb ilim ve fünûn okudum. Pederimin irtihâli bu zamana müsâdiftir. Emr-i mâişetde düçâr-ı müzâyaka oldum Birâderim, mülga Rüsûmât emâneti evrâk kalemine müdâvim bulunuyordu. Onun delâletiyle 1306 (M. 1891) sene-i rûmiyyesi esnâsında mahalle-i mezkûra müdâvemete başladım. Bir sene sonra iki yüz elli kuruş maaşla Şirket-i Hayriyye tahrirât kalemine girdim. Bir sene kadar devâm edip yine Rüsûmâta intisâb etdim. Mektûbî kalemine kabûl ile tavzîf olundum.
Dervîşliğe ve tarîkat-ı ‘aliyyeye muhabbetim küçük yaşımda başlar. Pederim merhûm, İstanbul‘da Topkapı civârında Pazar Tekkesi denilen Dergâh-ı Sinânî‘nin şeyhi Sâlih Efendi merhûmun muhiblerinden idi. Onun irtihâlinde, mahdûm-ı kerîmâneleri Şeyh Ahmed Zarîfî Efendi‘ye arz-ı muhasalât etmiş idi. Hıyn-i velâdetimde müşarünileyh, Ahmed Zarîfî Efendi‘yi eve davetle ism-i âcizânemin konulmasını ricâ eylemesiyle davete bi‘l-icâbe Muharremin onunda tevellüdüm dolayısıyla ismimi Hüseyin ve mahlasımı ise “inşaallah Vassâf-ı Muhammedî olur” diye Vassâf tesmîye ve nazar-ı feyz-i mürşidânelerinin ta‘allukuyla henüz kundakda bulunduğum sırada, erenler, evliyâlar himmetiyle tenmiye buyurmuşlardır. Pederim, bir aralık Mes-nevî-hân-ı şehîr Mehmed Es‘âd el-Mevlevî hazretlerinin meclis-i sohbetinde zevkyâb olmuş idi. Vâlide Rüşdiyesi‘ne müdâvim olduğum sırada Es‘âd Dede farisî hocamız idi. (Allah rahmet eylesin) Onun perverde-i kerâmeti oldum. Cum‘a günleri Fâtih‘te hünkâr mahfili altında, ramazanlarda müezzin mahfili yanında Mesnevî-i Şerîf okutduğunda henüz küçük yaşlarda olduğum hâlde, pederim berâberinde derse devâma başladım. Salı günleri Bostân, Hâfız, Aruz-ı Endülüsî okudum. Gülşen-i Râz‘dan hissemed-i feyz oldum.
On beş yaşında bir çocuk böyle hakâyıka müteallik ders-lerden, tabiî müstefid olamazdım. Fakat hikmet-i İlâhiyye, o zamândan bu derslerden zevk almağa başlamış idim. Terkinden hazer ederdim. Esâd Dede‘nin, Çayırlı Medre-se‘de odasına da girer, kaside-i Hamriyye okurdum. Kalbi-me genç yaşında tohm-ı tasavvuf ve aşkı eken Esâd Dede Hazretleri olduğunu bi‘t-tazîm arzederim. Onun hâtıra-i ihtirâmı olarak bu bâbda mufassal bir esere başladım ve kütüphâne-i dehre yâdigâr eyledim.
Aksaray‘da Şekerci Sokağı‘ndaki Uşşâkî dergânının mebnî bulunduğu mahalde tarîkat-ı aliyye-i Nakşîbendî‘den Abalı Hâfız denilen bir Şeyh-i mübârekin dergâhı vardı. Ara sıra cum‘a günleri Hz. Sünbül Hânkâhına gider, Şeyh-i âl-i câh Ziyâeddin Hazretlerinin enfâs-ı kudsiyelerinden istifâde ve istifâzeye çalışırdım.
Rüsûmâtda otuz iki sene hizmet etdim. Alâ-deracâtihim terakki ede ede mektûbî kalemi mümeyyizliğine, ba‘dehu Galata Emtia-i Dahiliye Gümrüğü Kontrolü memurluğuna ma‘-müskirât Zahîre ve İhrâcât Gümrükleri müdîriyetine 22 Eylül 1331 (5 Ekim 1915) tarihinde Sirkeci Müdîriyetine ta‘yîn olundum. Harb-i Umûmî münâsebetiyle sâir güm-rüklerimiz muameleten mesdûd kalıp ithâlât ve ihrâcât Sirkeci‘de şimendüfere inhisâr etmekle, burada dört sene fevkalade bir azmile çalıştım. Lehül-hamd, şân u şeref-i idâreyi i‘lâya muvaffak oldum. 6 Mart 1336 (6 Mart 1920)da, mükâfeten ve terfian İstanbul Rüsûmat Başmüdiri oldum. Rüsûmat Müdüriyyet-i Umûmîsinde rıhtım ve muahede ve kavâin ve intihâbât komisyonlarında kâtib sıfatıyla arz-ı hıdemât eylediğim gibi, Karadeniz Gümrükleri teftişine ve Zonguldak‘da bazı işlerin tetkikine de memûr oldum. Bu hizmetlerde de lehü‘l-hamd muvaffak olarak menâfi‘-i devleti te‘mîne çalıştım, Osmanlı Devleti‘nin inhidâmı ve Hükûmet-i Milliyye’nin vücûd-pezîr olması sırasında Hükûmet-i Milliyye’nin rüsûmâta aid inkıbâbını İstanbul‘da iki ay müddetle hüsn-i idâreye gayretkâr oldum. Ba’dehu tekâüdümü taleb ve istidâ ettim. bidâyeten merkez-i hükûmetten kabûl buyurulmamış iken ısrar ve tekrârım üzerine 29 Rebiü’l-âhir 1341 ve 16 Kanûn-ı evvel 1338 (19 Aralık 1922) tarihinde müsaade olundu. Lehül-hamd ve’l-minne dağdağa-i me‘muriyetden kurtuldum. Kibâr-ı meşâyıh-ı Celvetiyye’den İsmail Hakkı Hazretlerinin âsârını tetebbua başladım. büyük bir zevke mazhar oldum. 1342 (1926) senesinde ba’dehu mükerreren Bursa‘ya gittim. Müşarünileyhi ve sâir eazim-i evliyaullahı ziyâret ettim. Ve “Bursa Hatırası” diye bir seyâhatnâme yazdım.
1314 senesinde Şam‘dan li-maslahatin İstanbul‘u teşrîf buyuran ve fakîrhânede misâfir edilen ulemâ-yı Hanefiy-ye’den ve Şa‘bânî tarîkatinin Bekriyye kolundan Şeyh Mu-hammed Sultân Efendi Hazretlerinde gördüğümüz hâlât-i garîbesi kendisine intisâb etmekliğime sebeb oldu. Ve müşârünileyh, esâsen İstanbul‘a bunun için gelmiş olduğunu emr-i ma‘neviyye istinâd ile söyledi. Tercüme-i hâlini (Sefine‘de) dördüncü cilde yazdım. Şam‘a avdetleri hengâmında Delâilü‘l Hayrat‘dan mü‘câz olduğum gibi bir kaç sene sonra tarîk-i Halvetiyye-i Şa‘bâniyye-i Bekriy-ye‘den bir icâzetnâme ihsân eylediler:
Halvetîlerle koyuldum reh-i tahkîka hemân
Lütfedip eyle meded Hazret-i pîrim Şa‘bân
diye terâne-senc olmağa başladım.
Teehhülüm 10 Şubat 1309 ve 15 Şa‘bân 1310 (4 Mart 1893) tarihene müsâdiftir. Kayınpederim, Harbiye Nezâreti ketebesinden ve sekbânbaşı Câmi‘-i Şerîfi imâmı Hafız Mehmed Emin Efendi idi. Âhiran irtihâl eylemiştir. Âcizle-riyle birlikde Şeyh-i müşarünileyhe intisâb etmiş ve mü’câz olmuştur.
Üç oğlum, bir kerimem dünyâya geldi. En büyüğünün adı Osmân Tal‘ât‘dır. Almanya‘da ve İsviçre‘de tahsîl ile Elektrik Mühendisi olmuştur. İkinci mahdûmum Ahmed Cevdet, on sekiz aylık iken irtihâl-i dâr-ı cinân eylemişdir. Üçüncü mahdûmum Muhammed Suâd, hâlen tahsîl ile meşgûldür. Bu çocuğun düçâr olduğu asâbî ve ma’nevî bir hastalık yüzünden dört sene kadar çektiğim âlâmı bir ben, bir de Allah‘ım bilir. Lehü’l-hümdü ve‘l-minne. El-yevm Bi-iznillahi Ta‘âlâ kesb-i afiyet etmişdir. Dördüncü çocuğum Ayşe Muallâ isminde bir kızımdır. (Tavvalallahu ömrehum ve hatemallahu avâkıbehüm bi‘l-hayr ve‘s-selâmetü bi-hürmeti nebiyyi er-rahmeti aleyhi ekmelü‘t-tahiyyetü).
Bir aralık, gümrükde vazife-i me‘mûreme devâm sırasında İstanbul‘a gelen Kerbelâ hatibi Şeyh Nâsır Efendi‘den Süleymaniye Câmi-i Şerifi’nde Buharî-i Şerif‘e başladım. Bir sene kadar devam etdim. Tekrâr Bursa‘ya gitdim. Manevî füyûzâta nâil oldum. 1318 senesinde Bâye-zîd Câmi-i Şerifinde Farisi-hân-ı şehîr Hoca Hüsnü Efen-di‘nin Buhârî-i Şerîf dersine devâma başladım. Bir kaç sene füyûzât-ı ehâdisten feyzyâb oldum. Müderrisîn-i fâzılâdan Hoca Necib Efendi’den Kasîde-i bürde okudum. Bu esnada Edirne‘de Hz. sezâî (k.s.) Efendimizin beşinci bâtın evlâ-dından Gülşenî Velî pnbsp;emDede dergâhı Şeyhi Şuayb Şerefeddîn Efendi Hazretlerine gıyâben arz-ı muhabbet eyledim. Şey-him Muhammed Sultân Efendi Şam‘da irtihâl-i dâr-ı naîm eylemişdi:
Sâkiyâ başın içün sun bir kadeh Vassâf‘a kim17
Verdiğin şol bâde-i lezzet-nisâr el vermedi
terânesiyle demsâz oluyordum. Küçük Ayasofya‘da uzlet-nişîn olan kibâr-ı urefâ-yı Şabâniyye’den Hacı Kâmil Efendi Hazretlerinin daire-i feyizlerinde senelerce kaldım. Cumâ günleri muntazaman Hazret-i Sünbül Hanekâhına, oradan Seyyid Nizâm dergâhına giderdim. Şeyh Şuaeddîn ve Şeyh Mahmûd Efendilerin bezm-i sohbetine ve meclis-i zikirlerine dâhil olurdum Edîb-i lebîb ve refîk-i şefîkim Ahmed Nazmî Efendi‘den “Ruhü‘l-Beyân” tefsîrini okumağa başladım. Bu sırada “Yasin-i Şerîf” tefsirini birlikde tercüme etdik.
1323 senesinde Gelibolu‘ya gitdim. Yazıcızâde Mehmed Efendi Hazretleri’nin türbe-i şerifelerini ve hatt-ı destiyle muharrer ve âh-ı ateşnâkıyla kararmış olan Muhammediyye nâm eser-i bihîni ziyâret etdim. Oradan, âzim-i râh-ı Hicâz oldum. Mekke-i mükerreme‘de yirmi üç gün kaldım. Menâsik-i haccı itmâm ile Ravza-i ‘ıtırnâk-ı Muhammedi-yeye rû-mâl olmak emeliyle Medine-i Münevvere’ye azimet eyledim. Bir hafta kadar kaldım. ömrümün en mes‘ûd ve en hâtıra-pîra günleri burada geçen Eyyâm-ı sa‘âdet-aksamdır. Sûret-i azimet ve avdetimi ve müşâhedatımı musavver olarak “Hatıra-i Hicâziyye” nâmıyla büyük bir eser yazdım. Şeyh Şerefeddin Efendi ile muhâberemiz devam ediyordu. Nâire-i aşkile yanmaga başladım. Mükerreren Edirne‘ye, Oradan Köprü‘ye azimet ve mülâkat arzusuna düşdüm. Ta‘lîl ile azimetime mâni‘ oldular. Seneler geçdikden sonra, “âlem-i bekâya seferimiz mukarrerdir, hemen Edirne‘ye geliniz” buyurdular. Şitâbân oldum. Lehü‘l-hamdü ve‘l-minne hâk-i pâyine yüzler sürdüm. Esbâb ve keyfiyâtı, müşarünileyhin tercüme-i hâli sırasında tafsîlan yazdım. Tekrâra hacet yokdur. İntisâb eylemek şerefine mazhar oldum. Tarîk-i feyz-i refîk-i Gülşenî‘ye bu sûretle alâkadâr oldum. Edirne‘de medfûn aizze-i kirâmı, ba-husûs Hazret-i Sezâyî-i Gülşenî Efendimizi ziyâret sa‘âdetine erdim. Bilahâre avdet eyledim. Şerefeddin Efendi Hazretlerinin dâire-i terbiyetlerinde on sene kadar kaldım. Azîzim fi‘l-hakîka bir müddet sonra âlem-i cemâle intikâl etdi. Ahmed Müslim Efendi Hazretlerinin terbiye-i şerifesinde vedia-i hâk-i gufrân olundu. Delâlet-i kemterânemle türbe ta‘mîr kılındı, sandûkası yaptırıldı, üzeri çuha ile tefrîş olundu. Şam‘dânlar ve manzûme-i tarihiyye levhası yaptırıldı. Tekrâr Edirne‘ye gitdim, ziyâret etdim. Hazret-i Sezâî âstânesine yüz sürdüm. Fakat;
Gülzâra nazar kıldım vîrâne misâl olmuş
Bülbülleri lâl olmuş bir hâb u hayâl olmuş
gördüm. Azîzimin emr-i ma‘nevîleriyle halîfesi Şeyh Şehrî Efendi tarafından bu abd-i hakîre Gülşenî hilâfetnâmesi ihsân buyuruldu. Teberrüken aldım, kabûl etdim. eclâf makûlesi olan bu abd-i ahkarın, âdemler sırasına geçdiği zann buyurulmasın; derbeder bir sâlik-i irfânım.
Şerefeddin Efendi ile olan muhâberât ve gördüğüm seyr ü sülûk ve ta‘bîrâtdan bahis mühim bir eser yazdım, kütüphâne-i dehre yâdigâr etdim. 1327 senesinde Ankara‘ya Hacı Bayram-ı Veli (k.s.) Hazretlerinin ziyaretilerine gittim. Orada bir hafta Hz. Pîr‘in müsafiri oldum, saadetler ve devletler buldum. Oradan Konya‘ya gitdim. Hazret-i Mevlânâ -min külli‘l-vücûh evlânâ- Efendimizin südde-i seniyyelerine yüzler sürdüm:
Titriyor cân u dilim Hazret-i Mevlânâ’ya
Ol sebebden yanarım Hazret-i Mevlânâ’ya
terânesiyle demsâz oldum. Âh o ne âlemler idi; âh o ne âdemler idi! Afyonkarahisar‘ında Sultân Divânî‘yi ziyâret etdim. İstanbul‘a döndüm. Bir aralık bazi aizze-i kirâm merâkıd-ı mübârekesini tahkîk maksadıyla Bandırma, Gönen, Manyas, Gemlik, İzmit, Yalova ve havalisi dolaşıldı. Eskişehir ve tekrâr Afyonkarahisar‘ına, Uşşâk, Manisa, Menemen, İzmir‘e kadar gidildi. Sonra, Siroz, Drama, Selanik, Manastır, Üsküp‘e kadar gidilerek ziyâretde bulunuldu. İstanbul‘da, Aksaray‘da, âşiyâne-i Mâder ve Peder olan hânemiz ta‘mîr ve telvîn ve tefrîş olundu. Buraya nakl-i mekân edildi. Fakat harîk-i kebirde cümleten mübeddel rahad olundu. Bu sırada beş yüz cild kitâb, Kütüphâne-i Umûmiye ihdâ olundu. Bu ihdâ keyfiyeti yangından bir hafta kadar evvel idi. Yoksa, bunlar da yanacaktı. 1330 (1914) senesinde Suriye‘ye seyâhate çıkdım. Beyrut‘da, Yahya (a.s.)mı ziyâret etdim. Oradan Şam‘a gitdim. Hazret-i Şeyhü‘l-Ekber Efendimizin merkâd-ı müniflerine rûy-ı siyâhımı sürdüm. Cihânlar değer saâdetler buldum. Hazret-i Bilâl-i Habeşî ve ashab-ı kirâmdan ve ezvâc-ı tahirâtdan bir çoğu ziyâret olundu. Abdülganî Nablusî ve Mevlânâ Hâlid Ziyaeddin-i Nakşibendî de ziyâret edildi. İlk şeyhim Muhammed Sultân el-Mübarek‘in kabr-i pâkini ziyâretle şerefler kazandım. Oradan Baelbek‘e gitdim. Âsâr-ı kadîme-i târihiyyeyi gördüm. Humus‘a gitdim. Ömer İbn Abdülaziz‘i, Abdullah İbn Hazret-i Ömer‘i ve sâir aizze-i kirâmı, Seyfullah el-Meslûl Hazret-i Hâlid‘i ziyâret etdim. Ba‘dehu Hama‘ya gitdim. Eşref-zâde Hazretlerinin Şeyhi, Hüseyin Hamavî Hazretlerini ve Haleb‘de Zekeriyâ (a.s.) ziyâret olundu. Yafa tarîkiyle Kudûs-i Şerîf‘e geldim. Hazret-i Süleymân ve Dâvûd (a.s.) ve Rabiatü‘l-Adeviyye ve Selmân-ı Farisî hazerâtını ve bir çok aizze-i kirâmı ziyâret etdim. Türbelerini pek ma‘mûr gördüm. Halîlü‘r-Rahmân‘a gitdim, İbrâhîm (a.s.)ın ravzasına yüz sürdüm. Maksat-ı re‘s Hazret-i İsâ (a.s.) ve Kum‘da meşhûr Kumame külliyesi görüldü. Şam‘da iken evliyâ-yı kirâmdan Şeyh Bedreddin ile mülâki oldum. Huzûrlarına kabûl olundum. Feyz-i nazarları ta‘alluk etdi, elhamdülillah.
İstanbul‘a avdet etdim. Limni‘de Hazret-i Mısrî-i Niyâzî Efendimizi ziyâret içün bindiğim vapur doğru İzmir‘e götürdüğünden fırtınaların haylûletiyle muvaffak olamadım. Seyr ü sülûka nihâyet olmadığından bir mürşid-i kâmil tahrîsinde iken Kasımpaşa‘da Hüsâmeddin Uşşâkî Efendimiz Hazretlerinin âsitânesine o sırada seccâde-nişîn olan Eş-Şeyh el-Hâfız Mustafa Hilmî-i Sâfî Hazretlerinin dâire-i feyzlerine sevk-i ma‘nevî ile sevk olundum. Huzûrlarında tıfl-ı ebced-hân gibi yeniden seyr ü sülûka başladım. Senelerce uğraşdım, hizmet etdim:
Açılsın bendeki esrâr-ı ma‘nâ
Be-hakkı sûre-i innâ fetehnâ
Meded kıl Pîr-i destgîrim meded kıl
Garîbin kemterin Vassâf’a cânâ
demdemesiyle pür-âvâz idim. 15 Zilhicce 1341‘de (19 Temmuz 1923), Tekirdağı‘na gitdim. Orada aizze-i kirâmı tedkîk ve ziyâret etdim. Uzunköprü‘de, merhûm şerefeddin Gülşenî damadı Şeyh Hâfız Mustafa ile görüşdüm. Birlikte, Edirne‘ye gitdik. Hazret-i Sezâî‘yi ve merhûm azîzimi ve sair aizze-i kirâmı ziyâret eyledik. Buradaki İhvân-ı Gülşenî‘nin fevkalade mazharı ihtirâm ve ikrâmı olduk. Âlemler oldu…
İstanbul‘a avdetle azîzimin dâire-i feyzinde hem-bezm-i uşşâkiyân oldum. Lehü’l-hamd, ikmâl-i sülûka muvaffak oldum. Bu ikmâlin usûl-i tarikata aid bir ikmâl olduğu malûmdur. Tarîk-i irfânda ikmâl imkânsız olduğundan yanlış anlaşılmamalıdır. Bu sırada yirmi seneden fazla te‘lîfine uğraşdığım “Sefine-i Evliyâ”yı tebyîz ile uğraşdım. İki senede tebyîz ikmâl olundu.
Tekye kapandı. Dil-i mecrûhum yandı. Nihâyet yalnız azîzimi ziyâretle mütesseli iken, o da hânekâh-ı esrâra çekildi. Azîzimin emir ve tavsiyesiyle tâc ve hırka ve kemerini halîfesi İnegöl mütfîsi İzzet Sâfiyullah Efendi gelip bu abd-ı ahkara teslîm ve bir icâzet-nâme tevdî etdi.
Tarîk-i Kâdirî-yi Müştakî‘den Edhem Baba halifesi Şeyh Muhammed Kemter Müştâk-ı Kâdirî, fâkire bir sevk-i ma’nevî ile telkîn-i semâ‘ ve tevdi-i icâzet eyledi. Fakat bu icâzet-nâme bir arkadaşımın tesebbübüyle zâyi‘ oldu.
Kırk seneden ziyâde hukûk ve muhabbetim câri olan Şeyh Hacı Ali Behçet Efendi ile hem-bezm-i sohbet olarak Tâhir Ağa Dergâhı‘nda cuma geceleri hâzır bulunurdum. Burada medfûn Şeyh Selahaddîn-i Uşşâkî nâmına hizmetkâr-ı uşşâk olurdum. Son zamânlarda Bursa‘da âsitâne-i Hazret-i Mısrî seccâde-nişîni Mehmed Şemseddin Efendi ile ziyâde sevişdik. Urefâdan, udebâ-yı sûfîyyeden bir zât-ı kerimi‘s-sıfat olup zevki zevkime; meşrebi meşrebime, mezhebi mezhebime uygun aşk ve muhabbetle dolgun bulunduğundan Onun ile Tarîk-i muhâberede âşıkâne âlemlere daldık. Hazret-i Mısrî-i Niyâzî Efendimize karşı mütehassis olduğum şiddet-i muhabbet ve hürmet te‘sîriyle, imzâmın yanına Uşşakî kelimesine bir de “Mısrî” ilavesiyle, hazine-i bî-nihâye-i Hazret-i Mısrî‘den bir cevher ikrâm inâyet buyurdular, elhamdülillah.
Âsâr-ı Âcizânem:
1. Şerh-i Esmâr-ı Esrâr Sefine-i Evliyâ-yı Ebrâr: Beş büyük cildden mürekkeb bir eserdir.
2. Esrâr-ı Kur‘aniyyeden Bir Nebze: Rûhü‘l-Beyân‘dan Yâsin tefsirinin tercümesidir. Refikim Ahmed Nazmi ile birlikde yazıldı. Bir büyük cilddir.
3. Güldeste-i Hakîkat : Rûhü‘l-Beyân‘dan iki cüz‘ün tercümesidir.
4. Külliyât : Fezâil ve âdâb-ı İslâmiyyeye dâir Fütûhât-ı Kenzü‘l-Kur‘ân‘dan alınmış mebâhisi muhtevî bir cilddir.
5. Hicâz Hatırası : Haremeyn‘i ziyâret esnasındaki müşâhedat-ı maddiye ve zevkiyât-ı manevî üzerine yazılmış bir seyâhatnâmedir.
6. Suriyede Bir Cevelân : Seyâhat-nâmedir. Hicaz hatırasına zeyldir.
7. Ravza-i Sadâtdan Bir Şemme : Hz. Ahmed el-Rufaî hakkında pek uzun tetebbu ile yazılmış idi, bir Rufaî şeyhi aldı inkâr etdi. Pek yanarım.
8. Bursa Hâtırası : 1317 senesindeki seyâhat hâtırası olup, âşıkâne yazılmıştır.
9. Tertîb-i Cedîd-i Coğrafya-i Umûmî : Üç büyük cilddir. Gayr-ı matbuu olup yangında iki cildi yandı.
10. Hülasa-i Coğrafya : Matbu‘dur. 1309‘da yazılmış ve nüshası kalmamıştır.
11. Müntehabât-ı Ezhâr-ı İrfân : Beş cilddir. Tetebbu ettiğim âsâr-ı ‘aliyyeden iltikât edilmiş bir eserdir.
12. Dîvân-ı Vassâf : Eş‘ârıma aiddir.18
13. Gülzâr-ı Aşk : Manzûm Mevlid-i Nebevî şerhidir. Büyük bir eserdir. Süleymân Çelebî‘nin mevlidinin hayranıyım. Onun üzerine gayet büyük bir cild olarak yazdım.
14. Vesilüt‘n-Necât : Mevlid manzûmesi üzerine yazılmış bir eserdir. Matbu‘dur.
15. Mürâselât : Şeyh Şerefeddin-i Gülşenî Hazretlerinin mekâtib-i mühimmesi ve ilâvâtdır.
16. Bursalı Tâhir Beg : Hakkında tetkikat üzerine yazılmış bir eserdir.
17. Es‘âd-nâme : Mesnevî hocam Muhammed Es‘âd el-Mevlevî hakkında yazılmışdır.
18. Risâle-i Hayriyye : Yahyâ Efendi Dergâhı şeyhi merhûm Hasan Efendi hakkındadır.
19. Risâle-i Şevkıyye : Kaygusuz şeyhi Mustafa Şevki Efendi Merhûma dairdir.
20. Risâle-i Müştakiyye : Şeyh Mustafâ Müştâk-ı Kâdirî ve Edhem Baba ve hulefâsı hakkındadır.
21. Risâle-i Salâhiyye : Şeyh Salaheddîn-i Uşşâkî Hazretleri hakkında âşıkâne yazılmışdır.
22. Vâkıât : Hıyn-ı sülûkda azîzim Mustafâ Sâfî Hazretlerinin emriyle yazılmış zevkî bir eserdir.
23. Tevfîk-nâme : Hazret-i İbnül Emin Mahmud Kemâl‘in biraderi merhûm Tevfik Beğ hakkında zevkî yazılmış bir eserdir.
24. Kemâlü‘l-be-Kemâl : Mahmud Kemâl Beğ hakkında yazılmış altı yüz sahifelik bir eserdir.
25. Remzî-nâme : Üsküdar Mevlevî Şeyhî Ahmed Remzî Dede hakkında yazılmışdır.
26. Mir‘atü‘l-Kemâl : Mahmûd Kemâl Beğ’in bir na‘t-ı şerifinin şerhidir.
27. Feyzü‘l-Kemâl: Mahmûd Kemâl Beğ’in bir kıt‘asının şerhidir.
28. Kemâl-nâme-i Şeyh İsmail Hakkı Bursavî : Bir cildden mürekkeb bir eserdir. Tercüme-i hâli ve âsârı hakkında tetebbuatı hâvîdir. Bir nüshası Bursa‘da İsmail Hakkı hânkâhındadır.
29
30. Gülzâr-ı Sâdî Der-Beyân-ı Menâkıb-ı Emin Tokadî : Bir risâledir.
31. Mir‘ât-ı İncilâ-yı Hakîkat : Hazret-ı Mısrî‘nin iki nutkunun şerhidir.
* Yedi İklim, 71, Şubat 1996, 54-64.
1 Sefine‘nin müellif hattı yegâne yazması için bkz. Süleymaniye Ktp., Yazma Bağışlar Bl. Nu: 2305-9, C.I-V; Eser Hakkında bilgi için bkz. Mehmet Akkuş, Yayınlanmamış Bir Sûfiler Ansikpopedisi, sefine-i Evliyâ, İlim ve Sanat Dergisi, 2, (İst. 1985), 88-91. Bu eserin henüz 1. cildi yayınlanabilmiştir. Bkz. Sefînene-i Evliyâ, Haz. (M. Akkuş-Ali Yılmaz), İst. 1990.
2 Söz konusu “Gülzâr-ı Aşk” adlı “Vesilütü‘n-Necât” şerhinin müellif hattı tek yazması Süleymaniye Ktp., Yazma Bağışlar Bl. Nu: 2315‘te bulunmaktadır. Büyük Boy 622 sayfa olan bu eser, Cemâl Kurnaz, Mustafa Tatcı ve Halil Çeltik tarafımından neşre hazırlanmaktadır.
3 Bkz. Sefine, C. V. s. 293 vs.
4 Meselâ bkz. İbnü‘l-Emin M. Kemâl, Son Asır Türk Şairleri, İst. 1941, CII, s. 1958.
5 Bkz. Mustafa Uzun, Şeyh Hüseyin Vassâf Efendi‘nin Bir Mektûbu, Marmara Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi, İst. 1985, s.3, s.371-380.
6 Hayatı için bkz. Sefine, C. IV, s. 221-251.
7 Bu eser yayımlanmıştır : Muhammed Nûrü‘l-Arabî, Mısrî Niyâzî Divanı Şerhi, Haz. M. Sadettin Bilginer. İst. 1976, ilgili şerhler, s. 158-162, 199-200‘dedir.
8 Mustafa Uzun, a.g.d. , s. 373.
9 Mustafa Uzun, a.g.d. , s. 373.
10 İncilâ-yı Mir‘ât-ı Hakîkat‘ın iki nüshası Şemseddin Efendi‘nin oğlu Fahameddin Ulusoy‘un elindeyken bu zatın ölümünden sonra varisleri tarafından satılan kitapların içinde olduğu anlaşılmaktadır. Bu eser ve diğer bazı yazmalar satılmadan önce, kıymetli dostumuz Safiyüddin Eşrefoğlu Erhan Bey (Bursa) tarafından birer kopyası alınmıştır. Bizim burada değerlendireceğimiz yazmalar; Safiyüddin Bey‘den alınmıştır. Kendisine teşekkür ederim. Söz konusu yaz-maların 1. nüshası Vassâf‘ın el yazıyla, 2. Nüshası Fahammeddin Bey‘in el yazısıyladır. Vassâf‘ın otobiyografisi her iki nüshada vardır. Biz değerlendirmemizde, Fahameddin Bey‘in tebyiz ettiği nüshayı esas aldık. Zira, müellif nüshasında der-kenâr ilaveler Fahameddin tarafından yerleştirilmiştir. (Not: Bu makalemizin neşrinden sonra İncila’nın bir nüshasından daha haberdar olduk. Bkz. Süleymaniye Ktp. Yz. Bağışlar Bl., Nu: 2313).
11 Mehmet Şemseddin Efendi için bkz. İbnül Emin, Son Asır Türk Şairleri, C. IV, İst. 1988, s. 1807; Z. Fahri Fındıkoğlu, Mehmed Şemseddin‘in Hayatı ve Eserleri, Uludağ Mecmuası, Nisan 1941, s. 1, s. 34; R. Yücer M. Şemseddin Ulusoy, Türkün Mecmuası, Bursa 1937, s. 9, s. 38; Mustafa Kara, Bursalı Bir Tarihçi; Mehmet Şemseddin (Ulusoy) Efendi, Uludağ Üniv. İlahiyat Fak. Dergisi, s. 3, Bursa 1991, s. 99-105; Mustafa Tatcı, Mehmed Şemseddin Mısrî‘nin Bir Risâlesi, Tarih ve Toplum, Ocak 1992, s. 97, s. 48-51, Hikmet Turhan Dağlıoğlu, M. Şemseddin Ulusoy, Ülkü Halkevi Dergisi, s. 53. Ank. 1937, C. IX. s. 385.
12 Burada ve bir satır aşağıda geçen isimler boş bırakılmıştır.
13 Bu şerh, Vassâf tarafından Mehmet Şemseddin Efendi‘ye ayrıca gönderilmiştir. Bergüzâr-ı Mısrî‘nin sonunda istinsah edilmiş olan bir nüshası elimizde olup yayıma hazır vaziyette durmaktadır.
14 Sezâyî’nin şerhi için bkz. Sezâyî-i Gülşenî Divanı, Haz. Şahver Çelikoğlu, İst. 1985, s. 257-261.
15 Bu mısradaki Arapça ibare, “suyun rengi kabının rengidir” mealindedir.
16 Müellifin otobiyografisini karşılaştırmak için bkz. Sefine, C.V, s. 221 vd.
17 Bu beyit Osman Şems Efendi Hazretlerinindir. Şems yerine Vassâf koymuştum. (Hüseyin Vassâf.)
18 Bu eser, İsmail Kasap tarafından yüksek lisans tezi olarak hazırlanmıştır. Bkz. Hüseyin Vassaf Bey ve Divanı, Ank. 1996, Gazi Üniversitesi, SBE., basılmamış YLT.
Mustafa Tatçı
/p