Osmanlı Döneminde Tekkeler

Tasavvuf için yapılan tanımların özünde, “ilmî bir mücâhede” olarak târif edilmesi, kâmil insanı ortaya çıkaracak sürecin çetin bir sınav içerdiğini göstermektedir. Tarikatların bu yöndeki işlevleri izlendiğinde, insanın nefsini terbiye etmesinde tekkelerin üstlendiği yönlendirici desteğin ne denli önemli olduğu anlaşılabildiği gibi aşağıda bahsedeceğimiz nice meselelerin en doğru şekilde çözülmesi için gerekli olan hayatî unsurun ise insanın kâmil bir îman, ahlâk ve yaşantıya ulaşması gerektiğini de göstermektedir.

Yönetim esaslarının tasavvuf gelenekleri ile başındaki şeyh tarafından belirlendiği tekkelerin; târih boyunca, maddî, mânevî, sosyal ve kültürel birçok hizmeti kendi çatıları altında yürüttüğü gözlemlenmektedir.

İlk Osmanlı pâdişahları, beylikler dönemindeki kargaşadan, kendi liderlik vasıflarının yanı sıra sûfîlerin maddî ve manevî dinamiklerine âit vizyonlarından da yararlanarak ilâhi kelimetullah ve gazâ şuuruyla Osmanlı Devleti’ni kurmuştur. Osmanlı’nın Bizans İmparatorluğu’nu yıkması, Anadolu ve Rumeli’de bütün Müslümanları temsil eden yeni ve güçlü bir devlete ulaşmayı başarması meşâyih’in destek, yardım ve duâları ile olmuştur.

Gerek Selçuklu idâresinin dağıldığı dönemde, gerekse Osmanlı’nın kuruluşu ve çöküşü dönemlerinde, tefrikaya düşen cemiyet nizâmı ve buhranlara mâruz kalan, yaşadıkları sıkıntılı atmosferden sancı duyan halk, dâimâ tekkelerin huzur atmosferine sığınmışlardır. Dönemin tasavvuf erbâbı da tekkelerine kapanmak yerine toplumun her kesimine hitap etmiş, farklı meslek teşekkülleriyle iş birliği yapmış, halkın gündemi ile yakından ilgilenmiş, toplumsal yaraları sarmaya çalışmış, halka umut vermeye ve yol göstermeye gayret etmişlerdir. Söz konusu meşâyih ve dervişleri, kimseye el açmayan, kendi emeği ile geçinen, toprağa, vatana, devlete ve dine bağlı, prensipli, disiplinli oluşlarıyla örnek teşkil etmeleri ve bütün hayat ilkeleri yönünden rol model olmaları her geçen gün nüfuzlarının artmasına da neden olmuştur.

Tekkeler daha çok kurucu şeyhlerin istediği mekânlarda (yol boyları, ıssız geçitler, önemli kavşak noktaları ve tenhâ yörelerde) inşâ edilmiş, bâzı tekkeler ise devletin iskân politikasına uygun yerlerde kurulmuş ve devletçe desteklenmiştir. Tarikat erbâbının zâviyelerini tesis etmeyi tercih ettikleri yerlerin stratejik olması, Osmanlı ordularının hareketini önemli ölçüde kolaylaştırmış, fetihlerin başarıyla gerçekleşmesine sebep olmuştur. O bölgede siyasî otoritenin tesisinde son derece faydalı olmuşlardır. Tasavvuf erbâbı olan şeyh ve mürîdleri, fethedilen yerlerde tekkeler inşâ edip ziraat, hayvancılık ve zanaatkârlıkla meşgûl olmuş, yerleştikleri mahallin îmar, iskân ve gelişmesine katkıda bulunmuşlardır. Elde edilen ürünleri konuklara ikram eden tekkeleri devlet de vergi muafiyeti tanıyarak desteklemiştir. Sâkin yerlerde kurulan, tevekkül ve teslimiyetle mânevî cihadın, gönül yolculuğunun yapıldığı tekkelerdeki dervişler gerektiğinde savaşa da katılmışlardır. Osmanlı’ların kuruluşunda harç vazifesi görmüş bu tekkeler, medeniyet götürülmek istenen yere büyük katkı sağlamışlardır.

Târihsel süreçte Osmanlı coğrafyasının hemen her bölgesinde vücut bulan tekkelerin; tamamlayıcı ve besleyici faaliyetleri, toplumsal alanda önemli mesâfeler kat ettirmiştir. İçtimaî, iktisâdî, askerî, siyâsî hayatla birlikte ilim ve kültür hayatını da olumlu yönde besleyerek Türk-İslâm kültürünün ortaya çıkmasına vesîle olmuşlardır. Bu özellikleri ile sâdece ibâdet değil aynı zamanda edeb, âdâb ve ahlâk terbiyesi ile incelen gönüllerin, müzik ve edebiyat alanında nice eserler ortaya çıkarmalarına sebep olmuşlardır. Bilim, sanat ve spor alanında nice üstâdlar yetiştirerek Osmanlı’ya bu açıdan da yüksek katkı ve fayda sağlamışlardır.

Birer ilim erbâbı olan meşâyih’e duyulan güven ve pâdişahlarca gösterilen yakınlık, devlet adamlarının tasavvufa meyletmelerini sağlamıştır. Devlet erkȃnı farklı vesîlelerle tasavvuf erbâbının görüşlerine başvurmuş, onları kanaat önderi olarak kabul etmişler ve hayır duâlarını almaya çalışmışlardır. Pâdişahların desteği ve himâyesi nedeniyle yönetimin en tepesinden başlamak üzere her kademeden devlet adamı, çeşitli tarikatlar vasıtasıyla tekkelerin mensubu olmuşlardır. Bütün bunlar da tasavvufȋ faaliyetlerin geniş coğrafyalarda rahatlıkla sürdürülmesine, aynı zamanda devletin o yörelerde söz sâhibi olmasına kolaylık sağlamıştır.

Osmanlı Devletin de bahsi geçen bu tekkelerin ana isimleri arasında, Pîr-i Türkistan Hoca Ahmed Yesevî’nin Anadolu’ya gönderdiği Ehl-i İrşâd erenleri vardır. Bunlarla birlikte, Kâdirîlik (Abdülkâdir-i Geylânî), Halvetîlik (Ömer Halvetî / Seyyid Yahya Şirvanî), Bayramîlik (Hacı Bayram Velî), Mevlevîlik (Mevlânâ Celaleddîn-i Rumî), Nakşibendîlik (Bahaeddin Nakşbend), Rıfâîlik (Ahmed-el Rıfâî), Ahîlik (Ahî Evran Şeyh Nasîrüddin) ve Bektâşîlik (Hacı Bektaş Velî) vardır. Bu gibi tarikatları devletin kuruluşundan İstiklâl Harbine kadar olan tüm süreçteki olayları tâkip ederken görebiliyoruz.

Osmanlı’da dinî açıdan tekkeler olduğu gibi yapı olarak dinî tekkelere benzer spor tekkeleri de vardır. Bu tekkelerde yine, “derviş” olarak adlandırılan sporcuların barınarak eğitimlerini ve tâlimlerini yaptıkları; spor tekkelerinin aslında tarikat tekkeleriyle hiçbir ilgisi olmadığı halde günümüzdeki spor kulüplerine denk gelen bir teşkilatlanma olduğu bilinmektedir. Hatta günümüz spor kulüpleri ile karşılaştırıldığında spor tekkelerinin daha baskın olduğu, çünkü o dönemde spor tekkelerinin pehlivanlarının o tekkede yatıp kalktıkları, karınlarını doyurdukları, eğitim alıp müsâbakalara katıldıkları söylenmektedir. Bugünkü spor kulüplerinin başkanı gibi o dönemde de spor tekkelerinin başkanı olduğu ve devlet tarafından görevlendirilen bu kişiler de “şeyh” olarak adlandırıldığı târih bilimcileri tarafından aktarılmaktadır. Şeyhler, usta okçuların en akıllıları ve olgunları olmalarıyla birlikte iyi de bir atıcı olmak zorunda oldukları görülmektedir. Spor tekkelerini pâdişah yaptırıyor, o tekkenin gelirleri pâdişah tarafından kurulan özel vakıf tarafından yapılıyordu. Vakfın gelirlerinden karşılandığı ve masrafların Kadı tarafından denetlendiği tekke, yaptıran kişinin adıyla ya da ne için yaptırılıyor ise ona göre de isim alabiliyordu. (İstanbul’da Pehlivan Demir Güreşçiler Tekkesi – Atıcılar Tekkesi – Bursa’da Güreşçiler Tekkesi – Edirne’de Şeyh Cemâleddîn Güreşçiler Tekkesi – Manisa’da Güreşçiler Tekkesi vb.)

Târih yazarları tarafından belirtildiği üzere, Osmanlı Devleti sürekli savaş içerisinde olmuş veya savaşa hazır olması gerekmekte idi. Bu durumdan dolayı sağlıklı ve güçlü savaşçılara ihtiyaç duyulmuştur. Bu ihtiyaç, spor tekkelerinin, sağlıklı ve güçlü bireyleri pehlivan olarak yetiştirmesi amacıyla kurulduklarını göstermektedir. Spor Tekkelerinde sâdece bir branş değil, birçok branşın bulunduğu söylenir.

Dervişlikle üretimin birleştirilmesi anlamına gelen Ahîlik Teşkilatı, tekkelerin iktisâdi yönden karşımıza çıkmış hâlidir. Ahîyân-ı Rûm ve Bâcıyân-ı Rûm teşkilatlarının Osmanlı Devleti’nin kurulması aşamasındaki olumlu rolleri göz ardı edilemez.

Uzun süre toplumsal işlevlerini kesintisiz yerine getiren ve zamanla nüfuzları çoğalan tekke ve zâviyeler içinde, İslâmî hayattan, Kur’an ve sünnet çizgisinden tâviz vererek gereği gibi yaşamayanları da vardı. Gerek bu aykırı tekke hayatı, gerekse tekke hayatının bâzı yönlerine muhalefet eden, buraları bid’at eseri veya İslâm dışı sayan kimselerin görüşleri ve bâzen de meşâyih’in pâdişah yanındaki önemini kıskanan bir kısım devlet yöneticilerinin ve paşaların fikirlerini pâdişaha empoze ederek ikna ettikleri dönemlerde bâzı tekkelerin sert tedbirlerle karşı karşıya gelmesine yol açtığı görülmüştür. Buna rağmen devlet tarafından Turuk’il Âliyye olarak tanımlanan tekkelerle, zaman zaman bâzı problemler oluşmuştur. Bu hâlde bile aynen kuruluş zamanında olduğu gibi devletle dayanışma içerisinde aslî ve diğer sosyal fonksiyonlarını icra ettiklerine dâir târih sahnelerinin birçok olaylarında şâhit olmaktayız.

Bâzı tarikatlarda bu tür sapmalar görülmesi sonucunda, İslam medeniyetine âit bu özerk ve köklü müesseselerin faydaları gözetilerek 1812’de tekke vakıflarını denetim altına alan Osmanlı Devleti, 1866’da şeyhülislâmlığa bağlı biçimde oluşturduğu Meclis-i Meşâyih’i tekkelerin yönetiminden sorumlu kılarak kontrol altında tutmak istemiştir. Devletin, gerekli tedbirleri alarak denetim mekanizmasını aksatmadan ve ayırım gözetmeksizin caydırıcı unsurları çalıştırdığı görülmüştür. Tasavvuf gruplarına nice imtiyazlar vermekle birlikte, gerektiğinde de kimi faaliyetlerini yakın tâkibe aldığı, sûfî gruplarını kontrol altında tuttuğu birtakım olaylardan anlaşılmıştır.

Yaşanılan bâzı olumsuzluklara rağmen, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan beri sultanların tasavvufa ve tekkelere olumlu bakışı sürmüştür. Özellikle de 19. yüzyılda III. Selim, II. Mahmud, Abdülaziz ve II. Abdülhamid gibi dirâyetli pâdişahların devletteki gerilemeyi durdurmak, devletin kurumlarıyla birlikte tekkenin de ıslâhı için dönemin ileri gelen sûfîleriyle bütünleşmiştir. “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” şeklindeki prensip ve vizyon ile “İslam Birliği” gâyesine dönük ortaklaşa çalışmalar yürütmeleri, aradaki dayanışmanın ne derece köklü olduğunun bir göstergesidir.

Nasıl ki, önceki yüzyıllarda sınır boyu ribatlardaki dervişlerin görevleri bir yandan da düşmanla savaşmak olmuş ise, Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı’nda da aynı mücadelede Devlete destek olmaktan imtina etmedikleri somut olarak görülmektedir.

Birinci Dünya Savaşında ve sonrasında, dara düşen ülkeyi kurtarma çalışmalarının içinde bulunan tekke ve zâviye şeyhlerine, Mustafa Kemal Paşa’nın, Millî Mücadele için 1919’da faaliyete başladığı zaman mektuplar yazmıştır. Meşâyih’in de ilgili çağrıya cevap olarak mücadelede yer alması, tasavvuf erbâbının toprağa, vatana, devlete, dine bağlı, prensipli ve disiplinli oluşlarının en güzel örneğidir.

Sonuç olarak; hem Osmanlı târihinin olaylarını incelediğimizde, hem de yaşadığımız dönem içerisindeki faaliyetlerine baktığımızda, halk arasına karışan Mürşîd-i Kâmil’lerin, irşâd görevini yerine getirirken bireylerin nefis terbiyesinde rehber olduklarını görürüz. Bununla birlikte; saygın kişilikleriyle toplum fertleri arasındaki anlaşmazlıkları çözdükleri, çoğu dâvâların mahkemeye intikâline gerek kalmadan karşılıklı rızâ ile hasımları barıştırdıkları gerçeği kayıtlardadır. Ordularla birlikte, hatta ordulardan önce farklı diyarlara giderek fütûhât ve savunma hareketlerine katılmış, dayanışma rûhundan yoksun halk kitlelerinin aynı idealler etrâfında birleşmelerine sebep olmuşlardır. Devletin bekâsı için lâzım olan birlik, berâberlik ve ümitvar atmosferi sağladıklarını her dâim görürüz ve görmekteyiz. Bu tutumlarıyla kendilerini, devlet için gerekli olan kan ve kol kuvveti yanında, irâde ve îman birliğini gerçekleştirebilmek için gayret gösteren en samîmî vatan evlâdı konumuna taşımış ve yaşamlarıyla İslâm’ın en güzel insan portreleri olmuşlardır.