Sıddîk Nâci Eren Efendi Hazretleri İle Bir Söyleşi: Tasavvuf

Muhterem Efendim, tasavvufu hayatımıza nasıl uygulayıp yaşayabiliriz?

İlim dörttür. Şeriat, tarîkat, hakîkat, mârifetullah. Şeriatsız tasavvuf olmaz. Şeriat İslâm’ın şartı, bütün İslâm mensubu Müslüman olanların yoludur. Onlar şeriatla amel ederler. Tarîkat, (tarîkata girince tasavvuf başlıyor zaten) Allah’a giden en kısa yoldur. Resûlullah (s.a.v) Efendimiz Hazretleri asr-ı saadet devrinde Sahâbeyle Medine’nin bir kenarında dururken, eline bir ağaç parçası alıp, kum üzerine bir sürü eğri büğrü yollar (çizgiler) çizdi. O çizgilerin orta yerinden dosdoğru bir yol (çizgi)  çizdi.

Efendimiz (s.a.v) buyurdular ki;

Ey benim ashabım bu yollar ne yoldur bilir misiniz?’’ 

-“Allah ve  Resûlü bilir.” dediler.

-“Yâ Resûlallah anlat bize istifâde edelim.” dediler.

Bunun üzerine Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurdu:

-“Bu eğri büğrüler de yoldur amma bunların başında şeytan vardır. Sizi İslâm dışı kötü hallere, harama sürüklemek için oradan oraya dâvet eder. Benim dosdoğru çizdiğim yolun başında ise melek vardır, Allah’a dâvet eder.’’

Melek Allah’a dâvet ediyor derken, emirler nehiyler hepsi girer içine. Bunun ismine tarîkata girme, tasavvufa girmenin iptidaî hâli, yani tarîkata girmek denir. Tarîkata girdiğin zaman da makamlar vardır. Tahsil hayatında olduğu üzere; ilk, orta, lise, üniversite gibi. İlk mektep nefs-i emmare, derken devamıyla nefs-i levvame, nefs-i mülhime, nefs-i mutmainne, nefs-i radiyye, nefs-i mardiyye, nefs-i safiye makamları. Burada tahsil görmeye başlayacaksın. Ben şimdi emmarenin sıfatlarını anlatmaya gayret edeyim, bunlar kötü sıfatlar. Vahşi hayvanlar sıfatında. Nefs-i levvamede ehil hayvanlar sıfatında. Nefs-i mülhime de insan sıfatına bürünmüş ama ucub, benlik var. Allah o kullarını da sevmez. Bu da makbul değil.

Nefs-i mutmainne tam mutmain bir makama ermiş. Nefsin yularından kurtuluş makamıdır. Neden? Son nefesimizde îmânla mı gideceğiz, îmânsız mı?

Nefs-i mutmainneyi bulan zatlar îmân ile göç ederler. Allah (c.c) müjde veriyor. Onlar korktuklarından emin, umduklarına nail oluyor nefs-i mutmainne makamında. Nefs-i radiyye, mutmainne makamından seçilmişler var, radiyye makamına. Kim bunlar? Allah’ın râzı olduğu kullar.

Takva ile her şeyini İslâm’a adamış, tasavvuf yolunda aşk makâmına düşmüş, durmadan Rabbi’yle meşgul oluyor. Radiyye’ye ulaşmış demek, Rabbim ondan râzı olmuş. Ey kulum senden, senin amellerinden, hoşnut ve râzı oldum’’ hitabına nail olmuş. Fakat her kul bu hitabı duymaz. Kulağı açık olanlar mânen duyar.

Nefs-i mardiyye Kâbe misalidir. Kâbe de namaza durduğumuzda nereye yöneliyoruz? Beytullah’a. Tam yönünde namaza durmadığımızda namazımız kabul olmaz. Mardiyye makamına çıkan zevat-ı muhteremi de, Allah kullarına sevdirir. O aynı bir Kâbe misali gibi olur. Herkes ona muhabbet eder. Herkes onun yüzünü görmeyi arzu eder. Bu mardiyye makamıdır.

Kâbe nazargah-ı ilâhîdir. Kâbe iki kısımdır. Biri İbrahim ve İsmail (a.s.)’ın yapmış olduğu Kâbe. Biliyorsunuz, Mekke de bu Kâbe. Birde Allah’ın yapmış olduğu Kâbe var. O ise, kalbdir, yani merkez. Bunu Cenâb-ı Hak bilir.

Mevlânâ Hazretleri diyor ki; “Bir mü’min kardeşinin kalbini kırmak, İbrahim (a.s.) ve İsmail (a.s.)’ın yapmış olduğu Mekke’deki Kâbe’yi 70 defa yıkmaktan daha büyük günahtır. Çünkü, kalbi Allahu Teâlâ yapmıştır. Kâbe’yi İbrahim (a.s.) ve İsmail (a.s.) yapmıştır.

Nefs-i Sâfiyye şimdi, tasavvuf yolunda bunlar var, bu yollardan tekâmül ediliyor. Sâfi süzülmüş bir bal misali, katkısız. Her şeyden arınmış, onun başka bir işi yoktur. O, “Allah” der, O’nunla (c.c.) meşgul olur. O’ndan (c.c.) bir defa kesilse (bigâne olsa) kendini suçlu görür. Rabıtasında, murakabesinde, yaşayışında her şeyi Allah (c.c.) için yapar, Allah’a (c.c.) bağlanmıştır. Diğer sebepleri de tenkit etmez. Hoş görür. “Onlar da lâzım” der. Bu makamda “Allah’ın (c.c.) kulları olması lazım” der. Sâfiye de böyle, benlik yok ucub yok, bunlardan arz üzerinde çok az vardır.

Arz üzerinde dört kutup vardır:

  • Kutbul Aktab,
  • Kutbul Azam,
  • İmâmuz Zaman,
  • Kutbul Ûlâ,
  • Erba, dört kutup. Dörtlerde öyle hikmetler var ki, dörtlerle kemâl bulur her şey. O’nunla kâmil olur, O’nunla sevilir.

Cenâb-ı Hakkın dört büyük melâikesi vardır:

  • Cebrâil (a.s.),
  • Mikâil (a.s.),
  • İsrâfil (a.s.),
  • Azrâil aleyhisselam.

Resûlullah Efendimizin (s.a.v) cihar-ı yar-i güzini dörttür:

  • Hz. Ebu Bekir (r.a.),
  • Hz. Ömer (r.a.),
  • Hz. Osman (r.a.),
  • İmâm-ı Ali (r.a.).

Ehl-i beyt-i âl-i resul dörttür:

  • İmâm-ı Ali (r.a.),
  • Hz. Fatımatuz Zehra (r.a.),
  • İmâm-ı Hasan (r.a.),
  • İmâm-ı Hüseyin (r.a.).

Dört mezhep vardır:

  • İmâm-ı Şâfiî (r.a.),
  • İmâm-ı Hanbelî (r.a.),
  • İmâm-ı Mâlikî (r.a.),
  • İmâm-ı Hanefî (r.a.). Bunlar dört olacak.

Şu odanın da dört köşesi var, 1-2-3-4. Biri kalkarsa yamuk olur, hoşa gitmez. Dörde tamamlanacak.

Bu vücudumuzda dört şeyden yaratılmıştır:

  • Toprak,
  • Su,
  • Hava,
  • Ateş.

İnsanlarda dört göz vardır: İki baş gözü, iki kalb gözü.

Daha misaller çoktur. Bunları nerede bulacak tasavvuf yoluna giren zevat? Az evvel anlattıklarım gibi amel edenlerin güzel yolunda. Kimisi yerinde sayıyor, yol aldım sanıyor.

Eskiden bir usûl vardı, bahçevanlar kuyudan su çıkarırlardı. Atın veyahut da merkebin gözünü bağlarlar, hayvan dolaptan su çekmek için nedense böyle döner durur. Hayvan zamanla çok yol aldım zanneder. Birde bakar ki aynı kuyunun etrafında dönüyor.

Biz onlardan olmayacağız. Yunus’un dediği gibi, “Adım adım ileri, üç beş adım içeri, 18 bin âlemi, gördüm bir dağ içinde” diyor. Tasavvuf, ehl-i tasavvuf budur. Ehl-i şeriat bu makâma erişemiyor. Ne dedik, şeriat, tarîkat, hakîkat, mârifetullah. Şeriatta kalanlar mecbur değil ama mecbur etmeli kendini tarîkata girmeye. Gücümüzü nerden alırız, İmâm-ı Azam Efendimizden, koca İmâm ne diyor: “Numan helak olurdu, ömrümden iki sene evvel İmam-ı Cafer’e intisab etmeseydim.” buyuruyor.

Helak olmaz tabi, kendini o acze düşürerekten: “Ben şeriatta kalarak bütün fıkıh ilmine aşina olduğum halde, ictihad ehli olduğum halde, hakîkatler (bunlar) bana açılmadı. Hakkıyla tam göremedim. Tarîkata girince açılmalar oldu. Rabbimi tanıdım.” diye ifâde etmiştir.

Hakîki tanımak. “O’nun emrine girmesini, mânevi feyzin nerden geldiğini, şeriat de söz ile anladım, şimdi (tarîkatte) bilerek anladım. Göre göre anladım. Bunun için helak olurdum” demek istiyor. Yoksa helak olmazdı tabii ki.

Ama insanlar hep kendilerini öyle görmeli. Ehl-i tasavvuf iki şeyi elinden bırakmamalı, havf ve reca, umut ve korkuyla vaktini geçirmeli. Koca İmâm-ı Azam Allah’tan korkuyor, benlik getirmemesi için, kendini aciz görüyor. Buradan helak olurdu, demek istiyor. Bunu iyi anlayalım.

İşte, korku da çok umut da çok, ikisi birbirini tarttığı zaman korkusu daha çok olacak umuttan. Çok umut ehli namaz kılmaz: “Allah beni affeder,  hep namaz kılanlar mı cennete girecek?” Böyle diyorlar onlar da. “Ben de Müslümanım elhamdülillah.” derler.

Bunlar da çok günümüzde, Allah (c.c.) bu kullarını sevmez. Havf ve reca, korkuyla umut arasında yolumuza devam edeceğiz. Korkumuz daha çok olacak Allah’tan (c.c.). O zaman da aczini ifâde edeceksin. İnsanları kötülemeyeceksin. “Bunda iş yok, onda iş yok” demeyeceksin. Böyle demek cehalettir. Ehl-i tasavvuftan soruyorsun.

Bahattin Nakşibendi Hazretleri, şöyle buyurmuş:

Herkes yahşi biz yaman,

Herkes buğday biz saman

Şu insanlar güzel insanlar”. İnsanlar dediği zaman içkicisi de giriyor, üryan kadınlar da giriyor, günahkârlar da giriyor, iyiler de giriyor, hepsi de giriyor.

Herkes ne güzel insan. Ben yaramaz insanım” diyor. Herkes buğday, biz saman: “Herkes buğdaylıkta kaldı, ben samanlıkta kalmışım.” Samanı da hayvanlar yer. Tevazuya bakın oğlum. Onlar yükseldikçe alçalıyor. Biz yükseldikçe yükselmek istiyoruz.

Meyvesiz ağaca bakmaz mısınız?

Kavak ağacı vardır. Hiç meyve vermez, uzar gider. Yanında bir meyveli ağaç vardır. Dalları çok meyve yapar, dalları kırılır aşağılara kadar iner. Meyveli insan böyledir. Mütevazı olur.

Enaniyet var, varlık var, benlik var.  Olmaz… yol alamaz kimse. Dervişlere değil, Şeyhlere, Şeyhlere değil, Müslümanlara yakışmaz bu zaten.  Hiçlik makamı bulunacak..!

Biraz önce Bahattin Nakşibendi Hazretlerinin: “Ben hiçim, ben bir yaramaz insanım, ben hakkıyla ya Rabbim sana kul olamadım Allah’ım. Ne yapacağım bu nefsin elinden? El aman bana yardım et ya Rabbi!” ifâdesini anlattık.

Ama biz diyoruz ki; “Şu işim şöyle, şunu şöyle yaptım, bunu böyle, bunda böyle üstünlük var yani çalışmakta, Allah yoluna gitmede, ben hafızım” diyor. “Şu kadar haccım, umrem var” diyor.

Bâyezîd-i Bistamî Hazretleri kırk defa hacca gitmiş. O zaman yaya, develerle hac ediliyordu, şimdiki gibi değil yani. Nefsi diyor ki: “Senin kırk tane haccın var.”  Ara sıra bunu meşgul edermiş. Allah (c.c.) dostu bu, koca veli zat bir fırıncıya varıyor diyor ki, “benim kırk haccım var. Kırk haccımın sevabını verirsem bana bir ekmek verir misin? Olur mu öyle?” Fırıncı, “veririm hocam” diyor. Hazret alıyor ekmeği, gidiyor köpeklerin yanına. Doğruyor, doğruyor köpeklere yediriyor o ekmeği. “Ey nefis neyin kaldı?” diyor. “İşte kırk haccın sevabını köpeğe verdim, şimdi neyin var? Daha ne konuşuyorsun?” diyor.

Tasavvuf, anladın mı şimdi? Tasavvufun ilk cüzü tekâmül devresi.

Bunlar hayattayken faydalı olmadılar mı İslâm’a? Bunlar bir şeyler yapmadılar mı?

O zamanın durumuna göre İslâm’a en büyük hizmet eden onlardı. Allah (c.c.) dostları. İmâm-ı Gazzâlî gibi, diğer zevat-ı muhterem, Hazreti Pîr (Pîr Seyyid Hasan Hüsâmeddin Uşşâkî) gibi. Hepsi zamanında ihyâ yoluna gittiler. İfsad değil, hep ihyâ ettiler.

Yaa, şimdi tasavvuftan sordun da konuşuyorum. Rabbim buyuruyor ki Oğlum: “Ehl-i tasavvuf, ehl-i tevhid kullarımı ben cehennem ateşinde yakmaya hayâ ederim.”   “Lâ İlâhe İllallah” tevhiddir. “Lâ” yok, ne yok kulum? “İlah” yok, ibâdet edilecek yok. Kimden gayrı: “İllallah”. Allah’tan (c.c.) gayrı. “Sensin benim Rabbim, illa sensin. Yaratıcı sensin, sana ibâdet ederim, senden yardım dilerim. Ben sana kul olmak istiyorum.” Tevhid burası işte. O kullarımı ben cehennem ateşinde yakmam hayâ ederim noktası.

Ben yapıyorum, ben ederim, ben adamı şöyle yaparım. Beni bir gece uykusuz bırakırlar.” Eyvaah perişan. Perişaniyet. Senin ne gücün yeter! Bu iksir nerden geliyor, biliyor musun? Enaniyet (benlik) atına binmiş, çok zenginlerde bu vardır. Bazı güçlü, kuvvetli, pehlivan genç vardır, kavga edince “bir yumrukla düşürürüm seni” diyor. Olmaz İslâm’a uygun değil, benlik var.

Üstadım Hacı Mehmet Efendi Hazretlerinin bir kelâmı var: “Azamet, şân, benlik Allah’a (c.c.) mahsustur. Kula yakışmaz, biz aciziz. Bu (azamet, şân, benlik) arz üzerinde bir çark gibi döner. Biz göremiyoruz. Kim buna (azamet, şâna) heves etti, ona elini uzattı, elini kolunu ona kaptırır. O çark da onu koparır. Çok üzerinde durursa (bu durum üzere devam ederse) onu komple alır, paramparça eder. Her birini bir tarafa atıverir.”

Ebu cehil bunlardandır, firavun, nemrut, şettat bunlardandır. Bu zamanda da ebu cehiller var. Şettatlar var. Aynı, evvelki ahlak üzere olanları Allah (c.c.) sevmez. Azamet, şân Allah’a (c.c.) mahsustur. O (c.c.) birdir, O’nun (c.c.) birliğine varlığına şüphe yoktur. Yaratıcıdır. Ancak O’na (c.c.) ibâdet ederiz.

Tasavvuf, anladın mı? Tasavvufu böyle anlamak lazım. Tasavvuf insanları kemâle erdirir.

Resûlullah (s.a.v) Efendimiz, bir sohbetinde Ashâb-ı Kiram’a diyor ki:

-“Benim ümmetimden yetmiş bin kişi kıyâmet gününde sorgu sual olmadan cennete duhul eder.”

Sahâbi soruyor;

-“Yâ Resûlallah, yalnız yetmiş bin kişi mi sorgu sual olmadan cennete girer?

-“Yetmiş bin kişiden bir kişinin yüzü suyu hürmetine yetmiş bin kişi daha sorgu sual olmadan çoğalarak devam eder.

Allah bizi o guruba dâhil etsin inşaAllah. İşte evvelki anlattıklarımı anlamak lâzım, mütevazı. “Yaparım, ederim” yok. “Yapıyorum, böyle olması lazım.” Eyvaah kelimeler çok noksan. Yapsan nereye kadar, “Rabbim, hamdolsun yaptırdı” de. Rabbimin lütfuyla yapılıyor bunlar. Ne güzel. Tevazu yap. Senden Allah (c.c.) senin gücünü alıverir.

Hangi kişiydi sivrisinekle onu öldürdü? Nemruttu…

Bir sivriyle perişan etti. Ufacık bir hastalık verir gidersin gürültüye. Deviriverir seni. Ne bağların kalır, ne kasan kalır, ne şöhretin, varlığın kalır. Allah’a (c.c.) gideceksin.